26 Eylül 2016 Pazartesi

Memleket Derdi

15 temmuz ile ilgili görsel sonucu

15 Temmuz’u 16’ya bağlayan geceki hadise, tüm yurda ve hatta cihana vahamet yüklü gecelerin şükre ermiş birer gündüzü olduğunu öğretti. Ayını doldurmuş olmasına rağmen malum gece başa gelenler hâlen bellekteki tazeliğini koruyor. Bizler ve ardımızdaki nesil her gün yeni bir fedakârlık hikâyesine gebeymişçesine yaşananları anıyoruz. Hainlere karşı safımızı belli ederken omuz omuza verdiğimiz kardeş, ağabey yahut ablaların şahadet şerbetinden içtiğine ve faziletli gazilerimize milletçe tanıklık ediyoruz.
Darbe girişimi gecesi şahsıma düşen olay örgüsünü paylaşmanın verdiğimiz istikbal savaşı adına mühim olduğunu düşünüyor ve 17 yaşında bir lise öğrencisi olarak şahit olduklarımı arz etmek istiyorum.
Kabaca haliyle askerlerin mühimmatlarıyla birlikte sokaklara dağıldığını sosyal medya (twitter) aracılığıyla öğrendim. O zamanki adıyla Boğaziçi Köprüsü’nden geçerken yolun tanklarla kapatıldığını gören vatandaşlar, acemi işi videolarını paylaşıyorlardı. Seyrettikçe artan endişemi ailemle paylaştım fakat 12 Eylül darbesini çocukken yaşayıp o zorluklara katlanan vatandaşlar olarak başta inanmayıp kâle almadılar. Akabinde haberleri açtık ve gördüklerimiz karşısında tüm eve kaygı hâkim oldu. TSK içinde öbeklenmiş bir asker topluluğu emir-komuta zinciri dışında faaliyete geçmiş ve demokrasimize ket vurmak istemişti. Çok geçmeden sokak aralarında polisin yardım çağrılarını duyduk. “Sevgili halk, gün birlik olma günüdür. Vatan ve demokrasisini seven herkesi meydan ve Sakarya Valiliği’ne davet ediyoruz.” Beklemenin manası yoktu ve tek kelime yeterli olacaktı. Gidiyoruz. Annem, babam, on yaşındaki kardeşim ve ben apar topar Kent Meydanı’na (şimdiki adıyla Demokrasi Meydanı) gitme maksadıyla evden çıktık. Valilik kavşağı mahşer alanından farksızdı. Halk, askerlerin valiliğe girdiğini öğrenince belediye otobüsleriyle hücum ediyordu. Neler olduğunu bizzat görebilmek için arabayla gidebildiğimiz yere kadar gittik; ancak silahlı bir polis tarafından durdurulduk. “Asker yönetime el koydu efendim, iyiliğiniz için geri dönün.” demesine kalmadan 100 m ilerimizde asker ateş açmaya başladı. Ân’ın paniğiyle ne yapacağını şaşıran sürücüler aynı kavşaktan üstümüze doğru gelmeye başladılar. Dört el silah sesi devam ediyordu. İnsanların saniyeler süren şaşkınlığı yerini hiddete bıraktı. O sıra korku içinde ağlayan çocuğunun kulağına “Ağlama oğlum, bu topraklar ancak bize helâldir!” deyişini hatırlıyorum bir annenin… Hâl böyleyken kendimi düşünmekten alıkoyamadığım bir husus vardı. Cephemizi askerlere karşı alarak gelmemize rağmen bir polis darbeyi nasıl bu kadar kolay kabullenebilirdi? Soruma makul bir cevabı ancak şimdilerde aklım alıyor. Bu girişim yalnızca vatan haini Fethullah Gülen ve onu takip eden askerlerle bitmiyor, elleri siyasete, güvenliğe, polise, dine, spor camiasına ama en acısı, zamanında niyetlerinden habersiz selamlaştığımız komşularımıza kadar uzanıyordu. Devletin kılcal noktalarında kamufle halde söz sahibi olarak hedeflerindeki girişimi kolaylaştırmışlardı. Ama milletin yaş, ırk, parti gözetmeksizin sokaklara dökülüp valilik, emniyet müdürlüğü, havaalanı ve meclis gibi kritik bölgelerde nöbet tutması, darbecilerin canlar alan acımasız planına yeni bir boyut katmıştı. Millet elinde şanlı bayrak, sesinde isyan, dilinde tekbir ile cuntacıları püskürtüyordu.
Memleket sevdalısı her vatandaşın ikamet ettiği bölgelerde darbecilere hücum hareketi gösterdiği sıra biz de Sakarya Valiliği’nde tepkimizi gösterdik. Müfredat diyerekten bizlere öğretmeye çalıştıkları tarihi bizzat yaşıyordum. Önce kulak sonra vicdanları halkın yakarışına kapalı askerlerin kimi elinde silahla beklerken kimi çoktan valilik içine sızmıştı. Gözü engel tanımayan halk müthiş bir uyum içerisinde hareket ediyordu. Gelen haberler doğrultusunda herkesi bir koşuşturma sarmıştı. Bir geç kalış tüm yetişmişliklere mâl olacaktı. Çok geçmeden tekbirler eşliğinde sorumlu askerleri dışarı çıkardık. Hiddetin had safhaya ulaştığı sıra kontrolünü kaybedenler askerlerin üstlerine yürüdüyse de engelleyen yine kendi merhametleri oldu. İşte bu sabır, milletimin kanla bilenmiş kudretli zarafetine en güzel kanıttır.
Gerisin geri ortaya çıkan askerler bu sefer emniyet binalarına götürülmek üzere arabalara bindirilmek istendi lâkin bizlerin baskısına dayanamamış olacak ki içlerinden bir er belindeki silahı ani bir hareketle çıkardı ve halkı vuracağını düşünürken kendi ayağına ateş etti. Yanı başımdaki bu gelişme, aklıma kazıdığım yegâne fotoğraflardan biri olarak kalacaktır.
Saat gece 03.00 civarları olmasına rağmen eve gitmek hiçbirimizin aklından geçmiyordu. Tersine binlerce kişi bulunduğumuz konumu koruyor, emin ellerden haber almayı ümit ediyorduk. Ayrıca dışarıda olduğumuz müddetçe Cumhurbaşkanı’nın meydanlara davetinden haberimiz yoktu. Buna rağmen son kertede memleket derdine düşmüşler olarak birlikteydik.
Sabah olmayla hiçbir şey geçmiş değildi. Atlatılan badirenin büyüklüğü peşi sıra gelen şehit, gazi ve tutuklanmış hainlerin haberleriyle anlaşılıyordu. Türkiye, kritik durumlarda kritik kararlar almış kahramanlarını tanımaya başlıyordu. Şahadet getirerek sırtına aldığı mermiyle tanıdığımız Seyid onbaşı, ölüme sürdüğünü bilerek askerlere karşı tank kullanmaya gönüllü olan Mustafa Özbey’le hayat bulmuştu. Cephaneler ıslanmasın diye üstündeki kazağı mermilere örtüp üşümesin diye yavrusunun üstüne abanan ama sonunda kendi donarak ölen Şerife Bacı, geride kimleri bıraktığını umursamadan kamyonuyla darbeye direnmiş Şerife Boz’la tekrar nefes aldı. Ve yaşayan yahut teni toprakla birleşmiş daha niceleri…
Vahim gecenin üstünden haftalar geçti ama özgürlükçü demokrasi adına çekilen acılar ehemmiyetini koruyor. Her geçen gün hainlerin planları biraz daha deşifre oluyor. Hatta vatan uğruna canlarını sunan halk, nöbetine evinde devam ediyor.  Kendimce dini kullanarak Türk milletini maddi-manevi sömürmüş bu hainin nasıl bir vahşetle donandığını düşünüyorum. Olayın ciddiyetini hala anlamamakta ısrar edenleri gördükçe de üzülüyorum. Nasıl bir badire atlattığımızın farkındalığını kavramak, şehitlerimizin yüzü suyu hürmetine bu kadar zor olmamalı.

Beyza KAZAN

19 Ağustos 2016 Cuma

Mustafa Aydın : "Darbeye karşı İstiklal Marşı şuuru oluştu"

Bilal Enes Özensel: Kıymetli hocam, öncelikle bizlere değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. Ülkede gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişimiyle alakalı son olaylar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Mustafa Aydın: Bismillahirrahmannirrahim. Ülkemizin darbeler tarihi kuruluşumuzdan başlar. Ben darbenin iki yönünü ele alıyorum; ilki iman, İslam ve inanç değerlerimize karşı genelde askeri güç kullanılarak yapılan darbeler. Eskilerden dinlerdik, Kuran okumak isteyenleri jandarma kovalarmış, bu da bir darbedir. Bu kadarla ilk dönemi kapatalım. 1960’da bebektim darbe oldu, 1980’da gençtim darbe oldu, 2016’da dedeyim darbe oldu. Demek ki bu ülkenin askerinde bir darbe yapma tarafı var ve darbeler yapılmaya devam ediliyor. 

Geçmişte asker Kemalizm adına yaptı bugün sömürülen bir din adına yaptı. Fakat bunlar her zaman darbe yapmaya hazır bir grup. Sadece bunları kimin kandıracağı önemli. Bu da Türkiye’deki askeri eğitim sisteminin başkalarına kolayca angaje olduğunu gösteriyor. Düşünen değil sadece teknik insanların bulunması ve hiçbirinin hikmet ehli olmaması memlekette askeri sıkıntıya sokmuştur. 1980 darbesiyle 2016 darbesinin arasındaki şartlar farklıydı ama bu darbe girişimiydi, bir grubun girişimiydi şeklinde sulandırmaya gerek yok basbayağı bir darbeydi. 

Tabii halkın çoğunluğu, polisler ve dahi idareden istemeyenler olunca memleketimiz, hiç kimsenin kendine mal edemeyeceği ama herkesin içinde olduğu bir tepkiyle darbeyi önleme çabasına girdi. Bundan sonraki en büyük sorumluluk yine bu darbeyi önleyen topluluğundur.

Artık 68 kuşağı, Gezi kuşağı değil, 2016 kuşağı ile yeni bir devire girdik. Yani bundan sonra geriye dönüp “böyleydik” diyecek değiliz. Tutuklanan hain askerlere şiddet uygulansa dahi merhamet gösterilmesi, her kesimden insan olmasına rağmen ahlaksızlık yapılmaması, Gülen cemaatine destek veren dükkânlara zarar verilmemesi gibi hassasiyetlere bakılınca toplumun öldürmek değil diretmeye yönelik tutum sergilediğini görmek sevindirici. 

Bir de  girişimin olduğu gece Orhan Camiimiz’de cuma namazı cemaatinden daha kalabalık bir cemaat oluşması da namazın insanların dirilişine faydasına işaret eder. Yani darbeye karşı bir İstiklal Marşı şuurunun oluştuğunu görmekteyiz.

Bu işte siyasilerle birlikte kurumların da sorumluluğu olduğunu hatırlatarak, silah ve sarığın naehil insanların eline geçmesiyle din ve ordunun bozulacağını belirtmek isterim. Şimdi de darbe karşıtları birkaç sınıfa ayrılıyor: 

1) Darbe gecesi can verenler yahut canını hiçe sayanlar. 
2) Demokrasi mitingine heyecanla koşanlar. 
3) Bu yaşananları bir şöhret basamakları gibi kullanıp prim malzemesi çıkaranlar. 
4) Meydanları piknik havasına çevirip keyfe gelenler. 
5) Takiyye ile darbeci cemaate mensup iken “değilim” diyerek kendini göstermeye çalışanlar. Çok zararı yoktur ama bu kazanımın ne getirdiği açısından önemlidir. Halk kazandığını canlarıyla ispat etti. Geri kalanlar da gayretleri nispetinde mevcut oldular.

B.E.Ö.: Az önce 1960 darbesinde çocuk  1980 darbesinde genç olduğunuzu söylediniz. İki darbenin de gerek dinimize gerek dindar insanlara verdiği zararlar neler oldu?

M.A: Darbeleri hiçbir zaman İslami bir zihniyet yürütmedi. Mesela bu darbe cemaat yapılıdır. Bu cemaat 1970’lerde Türkiye’deki rejimin Müslümanlara nefes aldırmadığını görenlerin oluşturdukları karşı güçten doğmuştur. O dönemler Müslümanlar rejim tarafından bunca sıkıştırılmasıydı insanlar hocaların etrafında kümelenip kitle ve paralarını onlara teslim etmeyecekti. 

B.E.Ö.: Bireysel bir Müslümanlık mı söz konusu olacaktı?

M.A.: Hayır. Cemaat şuuru toplum olarak var olacaktı. Halk ne dershanelere ne de gizli sohbetlere ihtiyaç duymayacaktı. Lâkin halk taleplerini siyasi anlamda dile getiremedi. Şimdiyse diğerini reddederek belli bir yere bağlanma şuuru geçerli. Bunun sebebi rejimdir. 

Tarihe baktığımızda Süleyman Efendi ve Said Nursi cemaatlerinin ortaya çıkışı Cumhuriyet dönemidir. Eğer bu darbelerin hazırlanış sebebi bozuk bir din anlayışının getirisiyse bunun sebebi Cumhuriyet düzeninin dinle olan münasebetidir. İslam ve siyasi particilik aynı anda ilerlemiyorsa cemaat olarak ayakta kalayım derken farklı rotalara sapılmaya başlandı. Sebebi; hak arayışıydı. Yani darbe kendi çocuğunu yiyen aslana dönmüştür. Türkiye’de cumhuriyet ve demokrasi, yerli ve öz inançlara karşı alternatif olarak kullanılmıştır. Hâlbuki Avrupa ülkelerinin çoğunda krallık vardır. Krallık olsun demiyoruz ama bizde cumhuriyet kelimesinin nitelik ve nicelikleri toptan okunmuyor. Kelimeyle birbirimizi kandırmayalım. 

Buradan bakınca Türkiye’deki darbelerden hem Müslümanlar hem de İslam dışı güçler yara almıştır. Bunun sebebi, Türkiye’nin kendi öz değerlerine dönmeyen bir yapıyı sürdürmesidir. Burada devletin kendi içinde yapılanma problemi olduğunu belirtmeliyiz. Türk demokrasisinin hedefleri birbirlerinde farklı yetiştiriliyor. Ortak hedefi olmayan bir devlet yapısı oluşturulmuş. 

Aslında darbenin sivil, hukuki, iktisadi ve onu koruyan siyasi ayağı var. Yerli (İslami) düşünce açısından son yıllardaki beklenmeyen hareketin çok büyümeden bastırılmış olması eski darbe zihniyetinin izlerini kaybettiğini gösteriyor. 



B.E.Ö.: Az önce vurguladınız. Darbeyi yapan grup, “İslami” sıfatıyla ön plana çıkıp dini cemaat olarak bilinen bir yapı. Son 20 yılda, Amerika’daki İkiz Kuleler olayından itibaren ele alabiliriz belki, islamafobi başta olmak üzere dini bir araç olarak kullanıp ön plana çıkan bir cemaat, asker içinde yapılanarak darbe girişiminde bulunması söz konusu. Sizce bu algı nasıl değiştirilebilir?

M.A.: Cumhuriyet’in kuruluşunda da din kullanılmıştır. Hacıbayram’da hatimler ve mukabeleler eşliğinde millete duyurulmuştur. “Halifelik kalkıyor ama onun görevini meclis yapacak.” mesajı verilmiştir. Onca sultan, sonra din, sonra din değerlerini kullanırız, denmiştir. Ama sistem güçlendikçe din dışlanmıştır. O zaman dini kullanmak ya da din üzerinden hareket etmek, rejimin kuruluşundan kaynaklı bastıran bir hastalıktır. 

Yapıların ümmeti ve insanlığı değil yalnız kendi müntesiplerini kucaklamakla birlikte şeffaf olmaması, hedeflerinin bulunmaması, düşünen insan yetiştirmemesi sebebiyle mensubiyet değil mahkûmiyet halini almıştır. Bundan sonra üstüne manevi bir perde örtülerek oluşturulmuş konuşmayan, soru sormayan yapıyı nasıl düzeltebiliriz sorusuna yoğunlaşmalıyız. Lâkin toplum bu yapının daha iyi bir İslami hayata geçeceğine inanmıyorken kabahatin hepsini sistemde aramak yanlıştır. Çünkü dini yaşam referansları her türlü hileye açık. 

Hoşgörülü diyalog dilini Müslüman olmayanlara karşı kullanan bir yapısı vardı. Sonunda sistemle siyaset birbirini besleyerek büyüdü. Tâbi olunması beklendi ve siyaset galip geldi. Cemaatin faydasının sınırlı olduğunu bilen millet, hükümetten yana yer aldı. Böylelikle toplum desteğini çekti. 

Cemaatler küçüktür ama işlevi çoktur. Bütün cemaatler sayıyla övünürler ama sayıları yoktur. Tarih onları, Cumhuriyet döneminin kendi içinde gelişip yine kendini intihara götüren yapıları olarak yazacak. Başkaları da var. Hepsinin çıkış sebebi Cumhuriyet düzeninin eksiklerini giderme adınadır. İnsan kalitesini arttırarak sistem kendine gelsin ki sorunlar çözülsün. 

Tabii uzun vadede tüm cemaatlerin yaralandığını görüyoruz ki bu da bizi bu kadar fazla cemaatin olmaması gerektiği düşüncesine sevk ediyor. Cemaat yapıları toplumda belirleyici olmamalı hâsılı. Bundan sonraki dönemlerde genel anlamıyla siyasetin istediği herhangi bir cemaati kapatmasının yolları açıldı. Çalışmalar farklı bir kategori üzerinden yapılmaya devam edilecektir. 

Eski algı ve benzer metotların bırakılması lâzım. O yüzden doğru olan insanlarımızın hizmetlerini bilgi ve fikirleri kadar yapmasıdır. Elimizde hazır, genç, cihat ruhlu veya barışçıl bir insan oluşturun, yeri geldiğinde ortaya çıkıverirler. Dinin ve halkın yanında durarak askere karşı duruldu, önceden olası bir iş değildi. O halde toplumsal bir dönüşüm oluştuğunu görüyoruz. Değinmeden geçemeyiz, kadınların da çok etkili olduğunu gözlemliyorum. Hem namluya karşı durmuş hem de sözü namlu kadar tesirli kadınlar gördüm. 

Bu memlekette barış gelecekse, savaş ya da darbe yapılacaksa Müslümanlar hesap edilecek. 

B.E.Ö.: Bir din adamı olarak ilk andan itibaren hiç düşünmeden tepkinizi gösterip meydanlara çıktınız. Bunu yaparken sizi motive eden neydi?

M.A.: Köprü kapandığında değil ama havaalanı haberlerini duyunca darbe olduğunu anladım. Yine de “Böyle darbe mi olur?” diye düşünmeden edemedim. Gece 23 civarı çarşıdan belli olurdur diyerek yola çıktım. Camiye geldik, anonslar yapıldı. Zaten o gündür camiimizin ışıkları 7/24 açık elhamdülillah. 

Önce konuyu anlamaya çalıştım, sonra yerinde görmek için dışarı çıktım. İnsanları ve tepkilerini görünce bu seferkinin farklı olacağını anladım. Akabinde Cumhurbaşkanı’nın dışarı çıkma talimatı duyuldu. Selâ anons sistemi çalıştırıldı. Darbeden önce de çalışıyorduk darbeden sonra da çalışmaya devam edeceğiz. Bu noktada darbeye karşı olduğu halde İslami düşünceye de karşı olan bir sürü insan vardır. Yine de meydanlarda birlikteyiz. Bunu toplumsal bir sulh olarak görüyorum. Benim derdim darbeden ziyade ülkemizdeki İslami kazanımları kaybetmemek ve bilinmez bir kargaşanın içine düşmemektir. 

B.E.Ö.:  Kıymetli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz hocam.  


31 Temmuz 2016 Pazar

Prof. Dr. Hamza Al : "Sorunun temelinde bürokratik sistem ve zihniyet yatıyor"


Sakarya Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hamza  Al

Mustafa Ali Aykol: Hocam böyle bir darbe bekliyor muydunuz?
Hamza Al: Darbe daha olmaz diyemiyordum ama bu dönemde böyle bir darbe ve böyle bir darbe yöntemi beklemiyordum.  Fakat tıpkı Özal sonrası gibi Erdoğan sonrası da siyasal istikrarsızlık oluşabileceğini ve şu anki demokratik kazanımların kaybedileceğini düşünüyordum.

Mustafa Ali Aykol: Neden böyle düşünüyorsunuz?
Hamza Al: Çünkü bizim dindar/muhafazakâr kesim bürokrasi/devlet yönetimi konusunda sistemden çok daha çok insana odaklandı.  Tabi ki yönetimde insan unsuru çok önemlidir, fakat belirleyici olan sistemdir.  Ak Parti kalıcı çözümler ve kalıcı başarılar elde etmek istiyorsa sisteme daha fazla odaklanmalıdır.

Şöyle bir sorunla karşı karşıyayız. Dindar kesim camide imamı dinliyor. İmam diyor ki, “Müslüman yalan söylemez, Müslüman Müslümana inanır, Müslüman hak yemez, Müslüman Fırat kenarında abdest alırken bile israf etmez, Müslüman Fırat kenarındaki koyundan bile kendini sorumlu tutar”. Tabi ki bunlar doğru tespitlerdir.

Dindarlar zannediyor ki eğer bürokrasiye dindar insanlar gelirse sorunlar hallolur, yolsuzluk olmaz ve hak yenmez. Bunun doğru bir yönü olabilir. Fakat dindarların bilmediği bir şey var, o da bürokrasinin şeytani bir yönünün olduğu. Evet, bürokrasinin şeytani bir yönü vardır. Bürokrasi üzerine biraz kafa yormuş birisi olarak, duruma baktığımda; özel yaşamında karıncayı bile incitmeyen insanlar, bürokratik sistemlerde gözünü kırpmadan bir topluma soykırım yapabilir, kendi halkını katledebilir, en yakınlarını sürgün edip mesai arkadaşlarına silah doğrultabilir ve tüm bunları yaparken hiçbir sorumluluk duymayabilir. Özel hayatında çok tutumlu olanlar kamu kaynaklarını hoyratça harcayabilir. Fırat kenarında otlayan koyundan bile kendisinin sorumlu olduğunu düşünen bir kişi, kendi sorumluluğu altında ölen insanların sorumluluğunu üstlenmeye bilir.

Bunları bugünlerde olan olaylarla ilgili söylemiyorum, bunları daha önce yazmış kayda geçirmiş birisi olarak söylüyorum.

“İnsan”, “bürokrasi”, “din”, “sistem”, zihniyet” konularına daha fazla kafa yormak ve bunlar arasındaki ilişkiyi sağlıklı bir zemine oturtmak zorundayız. Ve en önemlisi de kalıcı başarıyı insanlardan çok sistemde aramalıyız.

Mustafa Ali Aykol: Hocam, siz darbe girişimi olduğundan beri meydanlarda gözlem yapıyorsunuz. Halkın bu kendi iradesiyle gerçekleştirdiği tepkiyi nasıl yorumluyorsunuz?
H.A.: Doğrusu kalkışma gibi halkın kalkışmaya karşı tepkisi de olağandışıydı. Bunu anlamak için sosyal bilimcilerin biraz ders çalışması gerekiyor. Ama illa bir şey söylemek gerekirse, ilk tepkilerin biraz daha bireysel olduğunu söyleyebiliriz. Birtakım cesur, gözü kara inançlı insanlar, hesap kitap yapmadan direnişe öncülük ettiler.

Ama asıl toplumsal tepkide çeşitli faktörler etkili oldu. Birincisi ve en önemlisi; karizmatik otoritenin çağdaş örneklerinden birisi olan ve toplumun önemli bir kesiminin, -özellikle kadınların-, tam olarak güvendiği Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın net tutumudur diye düşünüyorum. Uzun süreden beri birçok sorunun üstesinden gelmiş güçlü ve güvenilir bir lideri çok net olarak “sokağa çıkın” dedi ve insanlar da hesap kitap yapmadan, duraksamadan kendilerini tankların önüne attılar.

İkincisi; kalkışma yapanların izan, insaf ve akıl dışı yöntemler kullanmaları ve bunun anlık olarak izlenmesi, insanları çileden çıkarmış olabilir.

Üçüncüsü de; sanırım topum bu kalkışmayı,  dış güçlerle ilişkilendirdi ve bu kalkışmanın sıradan bir darbeden öte, kendi varlıklarına, benliklerine, ülkelerine yönelik bir girişim olarak gördüler.
Ve geçmişteki darbe gerekçelerinin hiçbirisi yoktu.

Fakat toplumun onurlu direnişi kadar, direnişteki erdem ve sağduyu takdire şayandır. Canlı olarak toplumun üzerine bomba atılırken, kuvvet komutanlarının rehin alındığı söylenirken, Cumhurbaşkanı’yla ilgili spekülasyonlar yapılırken millet sağduyusunu korudu. Asıl üzerinde düşünülmesi gereken bu.

Şu anda devam eden sokak direnişlerinde bile herhangi bir şiddet hareketi, yağma, hırsızlık olmaması, insanların geç vakitlere kadar ailece nöbet tutup sabah işlerine dönmeleri, başta dindar kesimler olmak üzere toplumumuzun erdemidir.

Dünya ölçeğinde bu denli olgun ve işlevsel bir tepkinin sık rastlanan bir şey olduğunu düşünmüyorum.

M.A.A.: Meydanlarda  görüyoruz ki yalnız tek bir görüşten insanlar yok. Çok farklı kanatlardan insanlar tek bir amaç için toplanabildi. Önceleri bu çok bir ihtimal gibi gözükürken şimdi gerçekleştiğini şahit oluyoruz. Bu birliktelik hakkında neler söylenebilir?
H.A.: Sanırım uzun süreden beri süregelen toplumsal bölünmüşlük, insanlarda birlikteliğin özlemini bilinçaltlarında beslemiş olmalı. Şartlar olgunlaştı ve toplumsal birliktelik oluştu.

Bunda Ak Parti’nin gösterdiği hassasiyetin ve bu hareket öncülük eden dindarların olgun ama tevazulu duruşu etkili oldu.

Normalde bu tür faaliyetlerde her parti ön plana çıkmak ister. Tabii ki AK Parti’nin rengi bu gösterilere ister istemez yansıyor. Ama ben hem AK Parti’nin hem de illerdeki yöneticilerin duyarlılık gösterip bu birlikteliğe hizmet ettiği kanaatindeyim. Bir takım kazalar olsa da, Ak Parti meydanlarda kullandığı dile dikkat etti. Particilik çok fazla ön plana çıkarılmadı.

Mitinglerdeki söylem ve tavırlar başka siyasi düşünceden olan insanları çok fazla rahatsız etmedi.
Belki de dış kaynaklı müdahale, bazı kesimlerin Erdoğan’a yönelik şüphelerini, olumsuz düşüncelerini de yumuşatmış da olabilir.

Biraz erken bir tespit ama Amerika’daki George Washington-Abraham Lincoln misali, Türkiye’de de Mustafa Kemal Atatürk-Recep Tayyip Erdoğan liderliği doğuyor gibi.

Zaten bu konuda bazı kesimlerin pek duraksaması olmadı. Daha önceki dönemlerde Ak Partiye teorik silahlar sağlayan liberal arkadaşlar, şua an sokaklarda ön saftalar.

Ülkücü-milliyetçi gruplar da bu konuda fazla duraksama göstermediler.

Fakat şimdi bu toplumsal sinerjiyi doğru bir zemine oturtup kurumsal bir yapıya dönüştürmek, milletin arzusunu kurumlara, yapılara, teşkilatlara, anayasaya, kanunlara yansıtmak gerekir. Geleceğe odaklanmak, sistemi sağlıklı hale getirmek ve hastalık üreten bu tür bürokratik zihniyetten kurtulmak gerekiyor.

M.A.A.: "Bürokrasinin Halleri" isimli kitabınızda sık sık vurguladığınız iki süreç var. Biri 28 Şubat süreci diğeri 27 Nisan. İkisinde de gerek siyasetçiler, gerek medya, gerek halk, darbeye karşı net, dik bir tutum gösterememişler. Bu dönemde belki de şaşırtıcı bir şekilde bunun değiştiğini görüyoruz. Değişen ne? Ya da o zaman yaşananlarla şu an yaşananlar arasındaki fark nedir? Türkiye 2007’ye nazaran demokratikleşti mi?
H.A.: Daha öncekiler sadece bir kesime bir partiye yönelikti. Dış güçlerin etkisi olsa da birer iç kavga görünümündeydi. Fakat son saldırıyı toplum, tüm kesimlere, Türkiye’nin ulusal bütünlüğüne yönelik bir dış tehdit olarak algıladı. Sadece AK Parti’ye ya da Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik bir tehdit olarak görmedi. Toplum aile içi sorunlarını, kavgalarını bir kenara bıraktı. Şimdi insanlar ulusal kurtuluş refleksiyle hareket ediyor. Fakat iş anayasal dönüşüm ve yasal düzenlemelere doğru ilerledikçe, faklı yaklaşımlar, ayrışmalar olacaktır.

Uzun süredir özlemini çektiğimiz bu birlikteliğin keyfini çıkarmalıyız. Ve kalıcı olması için gereken hassasiyeti göstermeliyiz. Evet, bu krizlerin böyle fırsatlara dönüşme ihtimali de oluyor.

M.A.A.: Değişim için elimize fırsat geçti dediniz. “Kötü sistemlerin içinde iyi insanların olması sistemi iyileştirmez.” sözünüzden yola çıkarak önlemi alınmış tehlikelerin yeniden doğmasını engellemek için neler yapılabilir?
H.A.: Her şeyden önce, bazı kesimlerin halkın iradesine rıza göstermesi; bürokrasiyle işbirliği yapıp halkın iradesini temsil eden siyasal iktidarları tehdit etmekten vazgeçmesi gerekiyor. Bu tür tehditler, Ak Parti’nin Cemaate yakınlaşması örneğinde olduğu gibi, siyasal iktidarları bazı yanlışlara sürüklemektedir.

İkincisi ve en önemlisi de yönetim sistemini sağlıklı hale getirmek gerekiyor. Kötü sistemlerde iyi yöneticilerin eliyle bazı iyileştirmeler olsa da, bu geçici bahara benzer. Baharların kalıcı olması için uygun siyasal ve idari sistemler kurulmalıdır. Başarı için doğru sistemleri kurup doğru insanları iş başına getirmeliyiz.

M.A.A.: O halde biraz da askeriyeye dönelim. Biliyorsunuz polis de devletin silahlı bir gücü. Ama o hükümete bağlı bir kurum. Fakat TSK’nin, askerin kendine has bir özerkliği var ve kabul edilsin ya da edilmesin NATO’nun asker üstünde büyük etkisi var. Son zamanlarda jandarmanın ve TSK’nın içişlerine bağlanması gündeme geliyor. Siz, askerin sivil hükümetlere bağlı olup olmaması konusunda ne düşünüyorsunuz?
H.A.:  Her konuda olduğu gibi bu konuda da tarihten günümüze yaşadıklarımızdan ders almalıyız. Günümüzü anlamak ve gelecek hakkında öngörülerde bulunabilmek için geriye doğru bakmalıyız.
Son kalkışmadan bağımsız olarak söylemek gerekir ki, asker-sivil ilişkisi Türklerin en kadim sorunlarından birisidir. Örneğin Yeniçeriler, Osmanlının yükselmesinde de yıkılmasında da baş aktördür. Yeniçeriler, yeni fetihler kazanıp düşman krallara korku sararken, zaman zaman da o gün bir nevi “siyasal iktidarı” temsil eden padişahı tehdit ediyordu.

Tanzimat döneminde kurulan modern Türk yönetim sistemi, geçmişin birçok kurumunu reddettiyse de bazı bürokratik hastalıkları devam ettirdi. Bunlardan birisi de askeri zihniyettir. Son yapılanları bir kenara koyacak olursak, darbe Türk toplumunun ilk defa karşılaştığı bir şey değildir, sistem değiştirilip zihniyet dönüştürülmezse son da olmayabilir.

Türk ordusu, halkın temsilcisi olan siyasal iktidarın emrinde olmayı, bürokratik onuruna yedirememektedir. Örneğin, askerler “Türk ordusu ‘hükümetin’ emrindedir” yerine, “Türk ordusu ‘Türk milletinin’ emrindedir” derler. Bu, aslında “kimsenin emrinde değiliz” demektir. Bu anlamda askerin bürokratik onuru kırılmalıdır.

Yasal mevzuata bakıldığında, birçok gereksiz konuyu ayrıntılı şekilde düzenleyen Anayasa, asker-sivil ilişkilerini muğlak ve oldukça kısa olarak düzenlemiştir. Dolayısıyla ordu, kesinlikle hükümetin emrine sokulmalıdır. Mehmetçik dâhil profesyonel askerlerin eğitimi yeniden düzenlenmelidir.

M.A.A.: Sizin profesyonel askerlere bakışınız ne yönde peki?
H.A.: Askeri bürokrasinin direncine rağmen son yıllarda profesyonel askerlik konusunda önemli adımlar atıldı ama yetersiz. Ordu yeniden yapılandırılarak profesyonel askerlik güçlendirilmelidir. Laboratuvarda çalışması gereken mühendisleri götürüp dağda teröristlerin karşısına çıkarmak akıllıca değildi. Maliyeti ağır odu. Fakat sorun sadece profesyonel askerlik meselesi değildir. Sorun daha derinlerde. Yapıda ve zihniyette.

M.A.A.: Az önce zihniyet değişiminin bürokratik egoları yıkarak olabileceğini söylediniz. Türkiye bazında ele alırsak teoride faydası olabilir ama pratiğe baktığımız zaman imkânsız gibi gözüküyor. Hamile bir kadının Savunma Bakanı olması gibi… Peki, daha yakın ihtimal olarak nasıl bir ilk adım atılmalıdır?
H.A.: Zihniyet konusunda bir örnek vermek istiyorum. Ak Parti, Cumhuriyet tarihininin eğitime en fazla kaynak aktaran hükümeti. Fakat eğitimde beklenen iyileşme bir türlü olmadı. Olmaz, çünkü eğitim sistemi ve zihniyeti yanlış. Yıllarca sıraya sokulan öğrenciler hayata atılınca dolmuş kuyruğunda, ekmek kuyruğunda sıraya girmiyorlar. Bu bir zihniyet sorunudur ve zihniyet konusunda hepimiz malulüz.

Hükümet Cumhuriyet tarihinin en büyük değişimi yaptı. Yollar, barajlar, köprüler inşa etti. Fakat zihniyeti dönüştürmek o kadar kolay değil.

Eğer radikal değişiklikler istiyorsanız, askeri milli savunma bakanlığına bağlayıp başına da kadın bakan atayabilirsiniz. Hamile olursa daha güzel olur.

Bunun en güzel örneği İslam tarihinde var. İslam peygamberi, dünyanın en büyük devletlerinden Sasani İmparatorluğunu ortadan kaldıran ve Bizans’ı dize getiren komutanların başına eski bir köleyi atamıştır. Zihniyet dönüşümü için bu tür uygulamalara ihtiyaç var. Ordunun bürokratik onuru kırılmalı, hükümete kayıtsız itaat etmesi sağlanmalıdır.


M.A.A.: Gündemde idam konusunun yer aldığını görüyoruz. Darbeye kalkışanların vatan haini sıfatıyla idam edilmesi tartışılıyor ve bu yönde adımlar atılacağa benziyor. Sizce idam caydırıcı bir tedbir olur mu? Yoksa dediğiniz gibi zihniyeti değiştirmedikten sonra bunun bir önemi yok mu?
H.A.: Teorik olarak idama karşı olan birisi değilim. Makro planda suçları önleyici olduğunu düşünüyorum. Cezalar sadece bir suçun karşılığı değildir. Benzer suçları önleme işlevi de vardır.
Fakat idamla ilgili Türkiye’nin sicili biraz sıkıntılıdır. İdam, geçmişte politik bir silah olarak kullanılmıştır. Geçmişteki tecrübelerimizi dikkate almalıyız. Ayrıca çıksa bile geçmişe uygulanmayacağı için toplumsal vicdanı pek rahatlatmayacaktır.

Doğru dürüst uygulandıktan sonra idam getirilebilir. Ama cezalarla ilgili temel sorunumuz idam değildir. Diğer alanlarda olduğu gibi yargı ve ceza infaz sistemi de sorunludur.

Şu anda darbe girişiminde bulunanları müebbetle cezalandırsanız bile, devranın döneceğini, birkaç yıl sonra çıkabileceklerini düşünüyor olabilirler.

M.A.A.: Bu süreçte dikkatimizi çeken bir nokta var. Batılı ülkelerin (gerek siyasi partiler/devletler gerek de medya bazında) Türkiye’de yaşanan olaylara karşı önyargılı ve hatta taraflı bir tutum takındığı dikkatleri çekiyor. Bu sürecin sonunda Erdoğan kârlı çıkacağı için, bu gelişmelerin kötü olduğuna ilişkin çeşitli haberler, yazılar yayınlandı. Batının bu tutumu hakkında sizin söyleyecekleriniz neler?
H.A.: Dış politikası konusuna geldiğimizde daha sakin olmalıyız ve daha dikkatli bir dil kullanmalıyız. İç politikada kullandığımız dili dış politikada kullanamayız. Uluslararası ilişkilerin “delikanlıca” gitmediği ve gitmeyeceği kesin. Sonuna kadar sabırla konuşmak, derdimizi anlatmak, diyaloğa açık olmak, köprüleri atmamak lazım.

Uluslararası mücadelede din ve ırk önemli bir ayrışma nedenidir ama unutmayalım ki aynı dinden aynı ırktan olanlar da çatışıyor.

Batının birçok ülkeyi dizayn ettiği doğrudur. Bizim için de niyetleri olabilir. Fakat biz önce kendi içimize ve işimize bakmalıyız. Müdahaleye, istismara açık birtakım sorunlarımız var. Eğer bu sorunlarımızı çözüp güçlenirsek, onların arzuları sadece bir temenni olarak kalır. Hatta güçlü bir Türkiye ile ilişkiler kurmaya çalışırlar.

Batının bu tavrını bilmek ve ciddiye almak gerekiyor, ama sorunların kaynağını daha çok içeride aramalıyız. Türkiye yalnızlık tuzağına düşmemelidir.

M.A.A.: Teşekkür ederiz hocam. 

26 Temmuz 2016 Salı

This is my story!


Everyone has their own story about that night. Someone slept around 22.00, woke up at 08.00 and lived no diffrence; someone left their family to read Quran then shielded theirselves in front of tanks and the news that s/he was “DEMOCRACY MARTYR” has reached those families…
Even the stories are diffrent, it’s apparent that there are so many experienced stories to tell next generations. Mine starts quite diffrent and ends with sitting up all night like everybody.  I’ll try to explain with words what I’d try to explain verbally dozens of times.
I was with kith and kin July 15 night. We heard Boğaziçi Bridge has closed at evenning. Of course this new didn’t spread quickly. My family was returning from a wedding. (You shall see the wedding owner will have such an important part in this night.) When my parents called me and asked if I’d go with them or not, I said I still need half an hour. Afterwards when news of lately events in our country started to come, a family friend warned me like “Ambit is complicated, go home carefully.” I had to go home after ten minutes my mom called. I got on a bus without losing time. The bus opened final audio of news while everybody was listening it carefully. I thought “If there will be a coup, it only happens in metropolitans as Istanbul or Ankara.” until I heard polices has closed front of the governor and let noone pass. I’m only 15 and didn’t know much about coup. We saw police effectuated a barricade. Apparently they came before the soldier and wouldn’t let them pass. None soldier could entered even though they brought military trucks. It was 22.50 back then, we stayed in the Governorship. When I called my parents they said they’d come and get me. My father and brother were coming for me while our family friends were keep asking if I was fine. On the other hand we objected to soldiers after we talked with police. “Soldier to Quarters! Soldier to Quarters!” They were holding those weapons I’ve feared of in my entire life. By the way some people made baricades with their own luxury cars too. When the situation was like that, I got together with my father after I ran in front of those armed soldiers and polices about six hundred metres. I thought we were going home directly; however we went a market behind the Governorship then talked with polices and decided to go home for only inform our neighbors about treason felony. We went to governor junction with my seventy years old granmother, seventy three years old granfather, my sister, mother, father, brother and some neighbors. Junction in front of the market is connected with back door of the governor. And before we go to back door, near fifteen soldiers has cut the path. That path was getting covered with people. Former Parliamentary Candidate Ali İnci (My family went to Ali İnci’s daughter’s wedding. When issue is homeland, he left his daughter’s wedding and came to the Governorship), reeve and few men were talking at the same time. Here is their conversation:
-I have the mosque’s key. I’m going for make announcement Mr. Chairman.
-Mr. Chairman, can we use some police transveiver to call people here with wandering the streets?
We went outside in spite of we didn’t hear Presiden’t calling, or we didn’t know TRT was captured and the presenter has forced to read false report.
               In the circumstances, we were taking a decision and act together.
 Few people were disputing with soldiers who defends coup. Six women
 linked arms were entering with taking takbir. (Our neihgbor, her daughter,
 my mother, sister and grandmother, and an unknown woman.) Over 
fifty-seventy people passed over barricade behind women too. At that 
time military was running into governor. They were standing in front 
of the door and wouldn’t let us in. Later poeple who came with buses
 from City Esplanade joined us too. They shooted through air several times.
 I assume those who got injured were wounded by ricocheted bullets.
 Our neighbor, her daughter and son got shot there. We convinced some
 soldiers at the stairs, with cheers and hugs. We were all happy like we
 took back our castle, whom we actually did. We have bereaved the 
governorates room from traitors. Therefore we were tired, sweltered 
and we got thirsty. The point I want to draw attention is that we took
very much care to not even use those napkins or drink some water 
on Governor’s Office. We ascended tables without our shoes because
we wanted to wag our flags. Without any harm. HOW CAN WE HURT
 THOSE INNOCENT SOLDIERS EVEN WE DIDNT HARM ANY BELONGINGS!?
               I stayed awake till morning. I went home around 07.00 o’clock
 and fell asleep while I was watching the news. Me and my family are taking
 turns for sleeping, for if something happenes, s/he can wake the others. 
Even eleven days has passed after the coup…
               When I look at the results of this struggle, I see a victory. 
“GLORIOUS VICTORY!”. For the sake of this glorious victory, we couldn’t
 get the chance of be a “DEMOCRACY MARTYR” but this nation gave 240
 martyries, also ready to give more. 
                15 July will remain as an epic to us…
                                                                                  written by: Bilal Enes Özensel

                                                                                  translated by: Beyza Kazan

Bu da benim hikayem!


O geceye ait herkesin farklı bir hikâyesi var. Kimisi sıradan bir şekilde saat 22 sularında yatıp sabah 8 de kalkmış ve hiç bir değişiklik, farklılık yaşamamış; kimisi ise ailesini Kur’an-ı Kerim okuması için evde bırakıp tankların önünde kendini siper etmiş ve sabaha karşı ailesine “DEMOKRASİ ŞEHİDİ” haberi ulaşmış…

Hikâyeler ne kadar farklı olursa olsun gelecek nesillere anlatılacak birçok yaşanmış hikâyeler olduğu aşikârdır. Benim hikâyem ise çok farklı başlayıp herkes gibi valilikte sabahlayarak bitiyor.”Ya Bismillah” diyerek onlarca kez sözlü anlatmaya çalıştıklarımı kelimelerle anlatmaya çalışacağım.

15 Temmuz günü yakınlarımla beraberdik. Akşam saatlerinde Boğaziçi Köprüsü’nün trafiğe kapatıldığı haberini aldık. Tabi bu haber hemen yayılmaya başlamamıştı. Saat 22.20 gibi ailem bir cemiyetten dönüyorlardı(Anlatımımın ilerlerine doğru göreceksiniz ki bu cemiyet sahibi gecede önemli bir rol oynayacak). Beni arayıp onlarla eve gelip gelmeyeceğimi sorduklarında yarım saatlik işimin kaldığını ve onlara gitmelerini söyledim. Daha sonrasında ülkemizdeki hadiselerin haberleri gelmeye başlayınca bir büyüğüm “ortalık karışık, dikkatlice eve git” diyerek bulunduğum ortamdan beni evime gitmem için ikaz etti. Ailemin aramasından 10 dakika sonra eve gitmek durumunda kaldım. Camili de ikametgâh ediyor olmam sebebiyle vakit kaybetmeden hızlı bir şekilde dolmuşa bindim. Bindiğim dolmuş radyoyu son ses açmış ve herkes olayları radyodan dikkatli bir şekilde dinliyordu. Tüm yolcular dolmuşta pür dikkat haberleri dinlerken şoföre Sakarya Valiliği’nin önünü polislerin kapattığı ve kimseye geçiş vermediği anonsunu gelene kadar hep zihnimde “ Darbe olacak ise sadece Ankara-İstanbul vb. gibi büyükşehirlerde olacağını düşünmüştüm. Henüz 15 yaşındayım ve o geceye kadar darbe hakkında pek fazla bir şey bilmiyordum. Valiliğin oraya geldiğimizde polisin barikat oluşturduğunu gördük. Anlaşılan polis askerden hızlı gelip valiliğe geçişi kapatarak askerlere geçiş vermeyeceklerdi. Hakikaten iki tane askeri kamyonet gelmesine rağmen hiçbir asker valiliğin ön tarafından girememişti. Saat o sıralarda 22.50 idi ve valiliğin orda kalmıştık. Arayıp aileme haber verdiğimde beni almaya geleceklerini söyleyip kapattılar. Bir taraftan babam ve ağabeyim beni almaya geliyorlardı bir taraftan yanlarından ayrıldığım büyüklerim devamlı arayıp ne durumda olduğumu soruyorlardı. Bu arada polisler ile konuşarak Sakarya Valiliği’ni ele geçirmeye çalışan askerlere karşı gelmeye başladık. “Asker kışlaya! Asker kışlaya!”. Ömrüm boyunca korktuğum silahlar, üzerine gittiğimiz askerlerin elindeydi. Bu arada polis araçlarının yaptığı barikatın önüne birçok sivil araç sahibi de lüks aracıyla ön barikat oluşturmuştu.  Sakarya Valiliği’nin önündeki trafik ışıkları böyleyken silahlı polis ve askerlerin önünden 600 metre kadar koşarak babamlarla buluştum. Arabamıza binince direk eve gideceğimi sanıyorken valiliğin arka tarafındaki marketin oraya gidip sivil polislerle konuştuk ve komşularımızı sokağa çağırmak üzere eve geldik. Birkaç komşularımızla beraber 70 yaşındaki babaannem, 73 yaşındaki dedem, ablam, annem, ağabeyim ve babam ile beraber valiliğin arkasındaki kavşağın oraya indik. Marketin önündeki kavşak valiliğin arka kapısına bağlıyordu. Ve valiliğin arka kapısına gelmeden 15 e yakın asker yolu kesmişlerdi. O yol yavaş yavaş insanlarla doluyordu. Yine o yolda eski Milletvekili Adayı Ali İnci, ( ailem Ali İnci’nin kızının cemiyetine gitmişlerdi, mevzu vatan olunca kızının düğününü bırakıp valiliğe gelmiş) muhtar ve birkaç adam konuşuyorlardı aralarında şöyle birkaç diyalog geçti:
-Bende camiinin anahtarı var anons yapmaya gidiyorum başkanım.
-Başkan bey birkaç polis telsiziyle sokak sokak dolaşıp herkesin zillerine basarak sokağa çağıralım mı?

          Daha Cumhurbaşkanı halkı sokağa davet etmeden biz dışarıdaydık ve TRT’nin ele geçirilip spikere zorla bildiri okutulmasından dahi haberimiz yoktu.
Durum böyleyken hep birlikte karar alıp gerçekleştiriyorduk.  Birkaç kişi darbe yanlısı askerler ile tartışıyordu. Tam sakinlik sağlandı derken en önde 6 kadın kol kola girmiş ve valiliğe doğru tekbir getire getire giriyorlardı. (Komşu annem, komşu annemin kızı, ablam, annem, babaannem ve tanımadığım bir kadın.) Biz de kadınların arkasından yaklaşık 50-75 kişi barikatı aşıp valiliğin arka kapısından girdik. O sırada askeri üniformalılar da koşarak içeri giriyorlardı. Valilik binasının kapısında duruyor ve geçiş vermiyorlardı. O sırada çarşıdan belediye otobüsleriyle gelenler de valilik kapısının önünde bizimle beraber kalabalık oluşturdular. Birçok kez havaya ateş açıldı. Sakarya’da yaralananların birçoğunun orada mermilerin sekmesi sonucu yaralandığını sanıyorum. Beraber valiliğe indiğimiz komşu annem, komşu annemin kızı ve oğlu orada vuruldu. Bir şekilde valilik binasına girip merdivenlerde birçok askeri üniformalıları ikna ettik, sarılarak ve öperek, tezahüratlarla. Valiliğin odasına girdiğimizde adeta kalemizi geri almış gibi seviniyorduk ki gerçekten kalemizi geri almıştık.

         Onlarca kişiyle birlikte arkamızda birçok yaralı bırakarak valilik odasını hainlerin elinden uzun mücadeleler sonucu geri almıştık. Haliyle yorgunduk, terlemiş ve susamıştık. Dikkat çekmek istediğim bir nokta ise; biz böyle bir durumdayken vali beyin makamındaki sehpalarda bulunan peçete ve suları dahi kullanmamaya özen gösterdik. Video çekmek ve bayrak tutmak için çıktığımız sehpalara ayakkabısız çıktık. Hiçbir şeye zarar veremeden. EŞYALARA DAHİ ZARAR VERMEK İSTEMEYEN BİZLER MASUM ASKERLERE NASIL ZARAR VERMEK İSTEYEBİLİRİZ Kİ!?
O gece valilikte sabahladım.  Ancak sabaha karşı 7.00 sularında eve gelebildim ve haberleri izlerken uyuya kaldım. 15 Temmuz’un üzerinden 11 gün geçmesine rağmen hala aile fertleriyle nöbetleşe uyuyoruz, bir durum meydana gelirse diğerlerini uyandırması için.

         Bu mücadelenin sonucuna baktığım zaman zafer görüyorum hem de “ŞANLI ZAFER!”. Bu şanlı zafer uğruna “DEMOKRASİ ŞEHİTLİĞİ” bizlere nasip olmadı ama bu şanlı zafer uğruna 240 şehit verdi bu millet, daha da fazlasını vermeye hazır.
           15 Temmuz bizlere bir destan olarak kalacaktır…


                                                                                                    Bilal Enes Özensel