15 Temmuz’u 16’ya bağlayan geceki hadise,
tüm yurda ve hatta cihana vahamet yüklü gecelerin şükre ermiş birer gündüzü
olduğunu öğretti. Ayını doldurmuş olmasına rağmen malum gece başa gelenler hâlen
bellekteki tazeliğini koruyor. Bizler ve ardımızdaki nesil her gün yeni bir fedakârlık
hikâyesine gebeymişçesine yaşananları anıyoruz. Hainlere karşı safımızı belli
ederken omuz omuza verdiğimiz kardeş, ağabey yahut ablaların şahadet
şerbetinden içtiğine ve faziletli gazilerimize milletçe tanıklık ediyoruz.
Darbe girişimi gecesi şahsıma düşen olay
örgüsünü paylaşmanın verdiğimiz istikbal savaşı adına mühim olduğunu düşünüyor
ve 17 yaşında bir lise öğrencisi olarak şahit olduklarımı arz etmek istiyorum.
Kabaca haliyle askerlerin
mühimmatlarıyla birlikte sokaklara dağıldığını sosyal medya (twitter)
aracılığıyla öğrendim. O zamanki adıyla Boğaziçi Köprüsü’nden geçerken yolun
tanklarla kapatıldığını gören vatandaşlar, acemi işi videolarını
paylaşıyorlardı. Seyrettikçe artan endişemi ailemle paylaştım fakat 12 Eylül
darbesini çocukken yaşayıp o zorluklara katlanan vatandaşlar olarak başta inanmayıp
kâle almadılar. Akabinde haberleri açtık ve gördüklerimiz karşısında tüm eve
kaygı hâkim oldu. TSK içinde öbeklenmiş bir asker topluluğu emir-komuta zinciri
dışında faaliyete geçmiş ve demokrasimize ket vurmak istemişti. Çok geçmeden
sokak aralarında polisin yardım çağrılarını duyduk. “Sevgili halk, gün birlik
olma günüdür. Vatan ve demokrasisini seven herkesi meydan ve Sakarya
Valiliği’ne davet ediyoruz.” Beklemenin manası yoktu ve tek kelime yeterli
olacaktı. Gidiyoruz. Annem, babam, on yaşındaki kardeşim ve ben apar topar Kent
Meydanı’na (şimdiki adıyla Demokrasi Meydanı) gitme maksadıyla evden çıktık. Valilik
kavşağı mahşer alanından farksızdı. Halk, askerlerin valiliğe girdiğini
öğrenince belediye otobüsleriyle hücum ediyordu. Neler olduğunu bizzat
görebilmek için arabayla gidebildiğimiz yere kadar gittik; ancak silahlı bir
polis tarafından durdurulduk. “Asker yönetime el koydu efendim, iyiliğiniz için
geri dönün.” demesine kalmadan 100 m ilerimizde asker ateş açmaya başladı.
Ân’ın paniğiyle ne yapacağını şaşıran sürücüler aynı kavşaktan üstümüze doğru
gelmeye başladılar. Dört el silah sesi devam ediyordu. İnsanların saniyeler
süren şaşkınlığı yerini hiddete bıraktı. O sıra korku içinde ağlayan çocuğunun
kulağına “Ağlama oğlum, bu topraklar ancak bize helâldir!” deyişini
hatırlıyorum bir annenin… Hâl böyleyken kendimi düşünmekten alıkoyamadığım bir
husus vardı. Cephemizi askerlere karşı alarak gelmemize rağmen bir polis darbeyi
nasıl bu kadar kolay kabullenebilirdi? Soruma makul bir cevabı ancak şimdilerde
aklım alıyor. Bu girişim yalnızca vatan haini Fethullah Gülen ve onu takip eden
askerlerle bitmiyor, elleri siyasete, güvenliğe, polise, dine, spor camiasına
ama en acısı, zamanında niyetlerinden habersiz selamlaştığımız komşularımıza
kadar uzanıyordu. Devletin kılcal noktalarında kamufle halde söz sahibi olarak hedeflerindeki
girişimi kolaylaştırmışlardı. Ama milletin yaş, ırk, parti gözetmeksizin
sokaklara dökülüp valilik, emniyet müdürlüğü, havaalanı ve meclis gibi kritik
bölgelerde nöbet tutması, darbecilerin canlar alan acımasız planına yeni bir
boyut katmıştı. Millet elinde şanlı bayrak, sesinde isyan, dilinde tekbir ile
cuntacıları püskürtüyordu.
Memleket sevdalısı her vatandaşın ikamet
ettiği bölgelerde darbecilere hücum hareketi gösterdiği sıra biz de Sakarya
Valiliği’nde tepkimizi gösterdik. Müfredat diyerekten bizlere öğretmeye
çalıştıkları tarihi bizzat yaşıyordum. Önce kulak sonra vicdanları halkın
yakarışına kapalı askerlerin kimi elinde silahla beklerken kimi çoktan valilik
içine sızmıştı. Gözü engel tanımayan halk müthiş bir uyum içerisinde hareket
ediyordu. Gelen haberler doğrultusunda herkesi bir koşuşturma sarmıştı. Bir geç
kalış tüm yetişmişliklere mâl olacaktı. Çok geçmeden tekbirler eşliğinde
sorumlu askerleri dışarı çıkardık. Hiddetin had safhaya ulaştığı sıra
kontrolünü kaybedenler askerlerin üstlerine yürüdüyse de engelleyen yine kendi
merhametleri oldu. İşte bu sabır, milletimin kanla bilenmiş kudretli zarafetine
en güzel kanıttır.
Gerisin geri ortaya çıkan askerler bu
sefer emniyet binalarına götürülmek üzere arabalara bindirilmek istendi lâkin bizlerin
baskısına dayanamamış olacak ki içlerinden bir er belindeki silahı ani bir
hareketle çıkardı ve halkı vuracağını düşünürken kendi ayağına ateş etti. Yanı
başımdaki bu gelişme, aklıma kazıdığım yegâne fotoğraflardan biri olarak
kalacaktır.
Saat gece 03.00 civarları olmasına
rağmen eve gitmek hiçbirimizin aklından geçmiyordu. Tersine binlerce kişi
bulunduğumuz konumu koruyor, emin ellerden haber almayı ümit ediyorduk. Ayrıca
dışarıda olduğumuz müddetçe Cumhurbaşkanı’nın meydanlara davetinden haberimiz
yoktu. Buna rağmen son kertede memleket derdine düşmüşler olarak birlikteydik.
Sabah olmayla hiçbir şey geçmiş değildi.
Atlatılan badirenin büyüklüğü peşi sıra gelen şehit, gazi ve tutuklanmış hainlerin
haberleriyle anlaşılıyordu. Türkiye, kritik durumlarda kritik kararlar almış
kahramanlarını tanımaya başlıyordu. Şahadet getirerek sırtına aldığı mermiyle
tanıdığımız Seyid onbaşı, ölüme sürdüğünü bilerek askerlere karşı tank
kullanmaya gönüllü olan Mustafa Özbey’le hayat bulmuştu. Cephaneler ıslanmasın
diye üstündeki kazağı mermilere örtüp üşümesin diye yavrusunun üstüne abanan
ama sonunda kendi donarak ölen Şerife Bacı, geride kimleri bıraktığını
umursamadan kamyonuyla darbeye direnmiş Şerife Boz’la tekrar nefes aldı. Ve
yaşayan yahut teni toprakla birleşmiş daha niceleri…
Vahim gecenin üstünden haftalar geçti
ama özgürlükçü demokrasi adına çekilen acılar ehemmiyetini koruyor. Her geçen
gün hainlerin planları biraz daha deşifre oluyor. Hatta vatan uğruna canlarını
sunan halk, nöbetine evinde devam ediyor. Kendimce dini kullanarak Türk milletini
maddi-manevi sömürmüş bu hainin nasıl bir vahşetle donandığını düşünüyorum. Olayın
ciddiyetini hala anlamamakta ısrar edenleri gördükçe de üzülüyorum. Nasıl bir
badire atlattığımızın farkındalığını kavramak, şehitlerimizin yüzü suyu
hürmetine bu kadar zor olmamalı.
Beyza KAZAN